John Ruskin (1819-1900), güzelliğin ve onun karşısında şaşkınlık duymanın, şehrin insanının gırtlağına kadar içine battığı sefalete çare sunacağını ve dişe dokunur bir hayat sürmenin anahtarı olduğunu düşünüyordu. On dokuzuncu yüzyılın öne çıkan sanat eleştirmenlerinden Ruskin’in kitapları ve basın organlarına gönderdiği açık mektupları, işçi sınıfından lortlara kadar toplumun bütün tabakalarında karşılık bulmuştu. Bugün onu daha çok Effie Gray’le olan başarısız evliliği dolayısıyla tanıyoruz belki de. Ne var ki filmlerden öğrendiğimiz, masa başından kalkmayan ketum ve Victoria Devri ahlakçısı Ruskin portresinin ötesinde öğrenmemiz gereken pek çok şey var. Andrew Ballantyne’nin kaleme aldığı bu biyografi tam da bunu yapıyor ve John Ruskin’i yeniden keşfediyor.
Ebeveynleri, Ruskin’i sanatın ahlaki ve manevi boyutları hakkında yazılar yazması için teşvik ediyordu ve nitekim Ruskin en iyi eserlerini yayımladığında hayattaydılar. Ebeveynlerinin ölümünden sonra perişan olan Ruskin, kendini genç kuzeninin ellerine bırakmıştı. Lake District’te gözlerden uzak bir hayat sürerlerken, genç kuzeni, Ruskin’in şöhretinin adeta muhafızlığını yapıyordu. Ruskin burada hem bedenen hem de zihnen yavaş yavaş çökmüş, geri dönüşü olmayan yola girmişti, aklını yitirdiği söyleniyordu.
Mimarlık tarihçisi Andrew Ballantyne, Victoria Devri’nin dur durak bilmeksizin çaba gösteren bu genç dehasının büyüleyici hikâyesini anlatıyor bizlere. Ruskin’in bir eleştirmen olarak itibarını nelere borçlu olduğunu ve bu itibarın bugün hâlâ ayakta kalabilmesinin sebeplerini araştırıyor.
En bilgelerin bile saygı duyduğu, tüm İngilizlerin gurur kaynağı bu insanın gelişini yaklaşık bir düzine kişi bekliyorduk. Derken Bay Ruskin girdi, bizleri kendine özgü o olağanüstü nezaketiyle selamladı. Bay Swan'ın yüzü istisnai bir neşeyle aydınlandı. Bay Ruskin'le tanıştırılanların büyük çoğunluğu işçilerden müteşekkildi. Beyefendinin, o anda mutluluğuna diyecek olmayan tilmizinin anlattıkları sayesinde saygı duyulacak bir kişi olduğunu öğrenmişlerdi.