Claude Lefort’un, kendi kuşağındaki birçok entelektüelin aksine, 1956’dan itibaren totaliter olarak tanımladığı komünist rejimlerin analizinde nadir bir tutarlılık gösterdiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Toplumsal hayat üzerinde mutlak tahakkümü amaçladığını düşündüğü bir sistemin hem politik hem de ideolojik mekanizmalarının teşhiri için otuz beş yıl boyunca büyük bir çaba sarf etmiş ve en az bir o kadar zamanı da totaliter proje ile bu projenin fiiliyatı arasındaki indirgenemez uçurumun tüm alametlerinin tespitine ayırmıştır. 1981’de yayımlanan metinler, komünist rejimin çöküşünün kaçınılmaz olduğuna dair inancını ifade etmektedir. Bu yargı, modern toplumlara dair siyasi vizyonundan kaynaklanmaktadır. Claude Lefort için komünist rejimlerin bilgisi, demokrasi üzerine tefekkür etmekten ayırt edilemez. Bu rejimi sanayi toplumlarının iktisadi işleyişi temelinde yargılayanlara karşı, rejimin birincil hedefinin medeni ve siyasi haklar olduğunu; temelinde anti-kapitalist olmaktan çok anti-demokratik bir devrimin yattığını öne sürmektedir. Lefort, Marksist praksislerin yaşadığı krizlere işte tam da bu perspektiften bakmaktadır. Büyük Marksist projelerin uğradığı mağlubiyetin yeryüzündeki sonuçlarından birisi, muazzam bir gelir eşitsizliğini ve vahşi bir yağma düzenini peydahlayan iktisadi liberalizmin tahakkümü olmuştur. Trajik bir biçimde iktisadi liberalizmin en büyük yıkım yarattığı toplumların bazıları “hak”, “örgütlenme” ve “toplu direniş” gibi mefhumların, Lefort’un deyimiyle, “totaliter tahakküm” tarafından bastırıldığı toplumlardır. Öyleyse bugün şu soruyu sormaktan başka elden ne gelir: “Demokratik icat” nedir? |