Yirminci yüzyılın en önemli heykeltıraşlarından Constantin Brâncuşi (1876-1957), ele avuca sığmaz bir karaktere sahipti. Ayrıksı bir karaktere sahip olmanın çekiciliğinin farkındaydı. Dolayısıyla onun gizemli ve sıra dışı mizacı, yalnızca Avrupalıların gözünde vampirlerin ve kurt adamların musallat olduğu Romanya’da yetişmesinden kaynaklanmıyordu.
Brâncuşi efsanesi, Rumen sanatçılar Alexandre Istrati ve Natalia Dumitresco 1986 yılında Brâncuşi’un kişisel yazışmalarının bir kısmını yayımlayana dek bozulmadan kaldı. 2001 yılında gelindiğindeyse, Brâncuşi’un kişisel yazışmalarının tamamını kamuya açan kapsamlı bir katalog yayımlandı.
Sanda Miller, erişime açılan bütün kaynaklardan yararlanarak kaleme aldığı bu biyografide, Brâncuşi’un etrafında gelişen efsanevi anlatıların ötesine bakıyor ve nihayet Karpat Dağları’nın haşarı bir çocuğunun, bulaşıkçılık yaparak hayatta kalmaya çalışan bir öğrencinin, dönemin bohem çevrelerinde pişen ve etrafına neşe saçan bir sanatçının hikâyesini sunuyor.
Bununla yetinmeyip Brâncuşi’un eserlerini de incelemeye tabi tutan Miller, yirminci yüzyıl modernist sanatına yön veren isimlerden biri olan bu heykeltıraşın hak ettiği ilgiyi görmesine imkân sağlıyor.
Size saf neşeyi sunuyorum. Onu fark edene dek heykellerime bakın. Tanrı’ya en yakın insanlar, bunu görmeyi başardı. Tanrı’ya yakın olmak, koşullara bağımlılığı geride bırakmaktır; varlıkların özünü, esasını kavramak; yüzünü nihai hakikate dönmektir.